Her görüşümde bana hayaletleri, cinleri, perileri, vampirleri, zombileri hatırlatan eski evinde yapayalnız yaşardı. Bahçe kapısından nadiren çıkar, yere bir şey düşürmüş de onu arıyormuş gibi önüne baka baka yürürdü.
Biz çocuklar onunla karşılaşmamaya özen gösterirdik. Yüksek duvarlarla çevrili bahçesine kazara topumuz yuvarlansa, girip almaya cesaret edemezdik.
Mahallede ‘Cinci’ lakabıyla anılırdı. “Emrinde cinler varmış. Ne dese yaparlarmış” derdi annem. “Bir peri kızıyla evliymiş. Ecinniler dünyasında çocukları varmış” derdi yaşlı komşumuz Hüsniye Teyze.
Ben, babama bakardım o zaman. Konuşmaktan ziyade susmayı seven babam, hiçbir şey söylemez, sadece gülümserdi. Benim gözümde annem hayal ve duyguyu, babam hakikat ve aklı temsil ediyordu.
Liseye başladığım sene babam çalışmak üzere yurt dışına gitmişti. Hayatımda büyük bir boşluk oluşmuştu onun gidişiyle. Yılda ancak iki kez gelebiliyordu. Bu da bana yetmiyordu.
Ben de var gücümle kitaplara yöneldim. Kitaplar beni hayata ve insanlara karşı daha duyarlı hâle getirdi. Karşılaştığım kişileri ve olayları daha iyi anlamaya ve daha derinden kavramaya çalışıyordum. İnsanları birer öykü kahramanı gibi görmeye başlamıştım. Doğal diyaloglar kurmanın onları iyi dinlemekten geçtiğini sezmiştim.
Komşumuzla ilgili merakım da yine bugünlerde iyice büyüyüp serpilmişti. Kimdi bu garip adam, gerçekten cinleri var mıydı, ne gibi sırlar saklıyordu, nasıl bir hayatı olmuştu?
Merak ediyor fakat bir fırsatını bulup ona soramıyordum. Sormak bir yana, onunla konuşamıyordum bile. Üzücü bir olay tanışıp konuşmamıza vesile oldu, özel dünyasına girmemi sağladı.
Evde yalnızdım. Pencereden dışarıya bakıyor, dökülen sonbahar yapraklarının rüzgârın önünde sağa sola savruluşunu seyrediyordum.
Baktım, Cinci lakaplı komşumuz evinden çıkmış bizim tarafa doğru yürüyor. Nasıl oldu bilmem, birdenbire yere kapaklandı, yüzükoyun düştü. Kalkmaya çalışıyor, kalkamıyordu.
Hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Hemen dışarı çıktım, koşar adım yanına vardım. Kolundan tutup kaldırdım. Yürümeye çalıştı ama takati yetmedi. Evine taşıyıp yatağına yatırdım.
Sehpanın üzerinde bir telefon vardı. Fihriste bakarak en yakın doktorun numarasını buldum ve aradım. Doktor geldi, hastayı muayene etti, tansiyonunu ölçtü, bazı sorular sordu. Sonra bana dönüp “Zafiyetten mütevellit tansiyon düşmesi. İstirahat lazım” gibi bir şeyler söyledi, reçete yazdı.
Komşumuz, yavaş hareketlerle cebinden cüzdanını çıkardı, doktorun parasını ödedi. Bir miktar para da bana verdi ilaç almam için. Doktoru yolcu ettikten sonra bir koşu eczaneye gidip ilaçları aldım. Hapını, şurubunu içmesine yardım ettim.
Esrarengiz kapı açılmıştı artık. Korkum yersizmiş diye düşünüyordum ama yine de ürpermekten kendimi alamıyordum. Yaşadığı yere bir göz attım. Duvarlarda eskimez yazıyla yazılmış levhalar… Tıklım tıklım kitap dolu raflar… Yerde büyükçe bir sehpa… Sehpanın üstünde defterler, kalemler… Yanı başında bir yer minderi… Minderde uyuklayan siyah bir kedi…
Bir yandan evini gözden geçirirken bir yandan da gizemli komşumuzu inceliyordum. Narin yapılı, orta boylu, yakışıklı bir adamdı. Kır düşmüş saçları gür ve dalgalıydı. Anlamlı bir yüzü vardı. İnsanın ruhunu seyredercesine bakan siyah gözleri büyük ve güzeldi.
Bu gizemli adamla biraz daha ilgilendikten sonra eve geldim. Annem dönmüştü. Komşumuzla yaşadıklarımı anlattım. Biraz dinledikten sonra bambaşka bir tepki verdi:
“Yemek yemesi lazım.”
Akşamdan sonra bir tepsi dolusu yiyecekle gittim komşumuzun evine. Kapının zilini çaldım, açtı. Beni içeriye aldı. Hâlsiz görünüyordu. Benzi hâlâ uçuktu. Tatlı bir tebessümle baktı bana. “Teşekkür ederim. Zahmet etmeseydiniz” dedi.
Bu sözüne karşılık ben de bir şeyler söylemek istedim ama söylenmesi gereken sözü bulamadım. Tepsiyi sehpanın üzerine bıraktım. Yer gösterdi, oturdum.
Onu tanımak, başından geçenleri bilmek istiyordum. Önce kendimden söz ettim bir parça. Gülümseyerek dinledi. Hep ciddi bir yüzle görürdüm onu, biraz şaşırdım. Kibardı, nazikti, güzel konuşuyordu. Hakkında ufak tefek bilgiler edinebildim. Yeni tanıştığı birine nesi varsa anlatan kişilere benzemiyordu.
Zamanla biraz daha samimi olduk. Önemli bir ortak noktamız vardı. İkimiz de kitap okumayı seviyorduk. Hazır kitaptan, ilimden söz açılmışken fırsat bu fırsat deyip, “Hocam, sizin cinlerle ilişkiniz varmış öyle mi?” diye sordum.
Gülümsedi. “Herkes bir şeyler söylüyor işte” dedi.
“Aslı yok mu yani?”
“Evvela şunu bilmende fayda var. Ben ne hocayım ne de cinci. İlme düşkünüm. İlgi alanıma gizli ilimler de girdi. Ömrüm örtülü sırları keşfe çalışmakla geçti. Eşyanın görünen yüzünün arkasındaki gerçeği bulmak ve bilmek istedim. Derin okumalara giriştim. Türkçe kitaplar yetmeyince başka diller öğrendim.”
“Sizde bu merak nasıl başlamıştı? Ne zaman?” diye sordum.
Uzunca bir süre sustuktan sonra “Korkunç bir hadise üzerine başlamıştı” dedi ve anlattı.
...