Vakit gece yarısını geçti. Pencerem açık. Uzaklardan hüzün dolu bir şarkı sesi geliyor. İçimde tanımlanamaz bir daralma var. Bir el kalbimi sıkıyor sanki.
Ruhum kabına sığmıyor bu gece. Oda, ev, şehir, dünya, evren dar geliyor bana. Bir yolculuk etmek, buralardan, kendimden, her şeyden uzaklaşmak, bir yerlere gitmek istiyorum. Nereye, bilmiyorum.
Hani, odaya bir arı girer de sonra çıkmak ister, açık pencereyi bulamaz, cama çarpar durur ya, işte öyleyim ben de. Sınırlarıma çarpıp duruyorum. Biri bana açık pencereyi gösterse!
“Ruh beden zindanında tutsaktır” derlerdi, bunun nasıl bir şey olduğunu hissetmeye, sezmeye, anlamaya çalışırdım. Şimdi bunu kendim yaşıyorum, hem de son sınırına kadar. Oda da bir beden, ev de, şehir de, hatta dünya da. İç içe bedenler var ruhumu saran. Yaşamak niçin dayanılmaz bir yük gibi gelir insana, seziyorum.
Bedenini ardınca sürükleyen bir gölgeyim sanki. Ben kendime rahatsızlık veriyorum. Ağlayamıyorum bile. Bir belirsizlik var hayatımda. Kimim, neyim, nasılım bilmiyorum. Ne istiyorum, onu da bilmiyorum.
Hafakanlar sarıp sarmaladı ruhumu. Ne yapsam gitmiyor. Yalnızım. Beni dinleyecek, anlayacak kimsem yok.
Tek pencerem bilgisayar ekranı. Suya zehrini kusan bir yılan gibi ekrana fışkırtıyorum acımı. Niye sanalsın sen! Niye! Neredesin? Neredesin? Neredesin?
Uzun süredir yoksun. Sesime ses vermiyorsun. Hayatta mısın, neler yapıyorsun, kimlerlesin, beni düşünüyor musun, bilmiyorum. Her gece belki seni bulurum umuduyla oturdum ekranın karşısına. Yoktun!
Kuşku duymaya başladım. Gerçekten var mıydın? Bazen kendi kendime yazmışım, konuşmuşum gibi geliyor bana.
Ruh yoldaşım, karanlık gecelerde deniz fenerim, sükutun canıma yetti, duy artık beni!
…
Buradayım. Seninleyim. Ben duyamasam da kalbim duyar, çıkar gelirim. Geldim işte.
Özel zamanlar yaşıyorsun. Ruhundaki dalgalanmalar bundan. Her günün, her saatin ayrı bir âlem.