Hayat Sevince Güzel



Masal delisiydim. Nineme ısrar ederdim, anlatırdı. Fakat ninem sınırlı sayıda masal biliyordu. Hepsini ezberlemiştim artık. 

Sonra Selim Dayı’yı keşfettim. Uzaktan akrabamızdı. Tatlı dilli, güler yüzlü bir ihtiyardı. Evimize gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. 

Gelince misafir odamıza alırdık. Bir şeyler ikram etmesi için anneme yalvarırdım. Hemen kalkıp gitmesin de bana daha çok masal anlatsın diye. Annem beni kırmaz, kahvaltı hazırlar, çay demlerdi. Dayı, çerez atıştırmayı da severdi. Ne varsa koyardık önüne. 

Kırış kırış bir yüzü vardı, bakır rengi. Tok, dolgun, tannan sesiyle dura bekleye konuşur, ne anlatsa dinletirdi. Her hareketinde derin sırlar gizliymiş gibi gelirdi bana. Ne güzel masallar bilirdi, ne tatlı anlatırdı. 

Masallarında her zaman ben yaşlarda bir çocuk olur, önemli işler yapardı. Mesela peri padişahının kızını kaçırmakta masal kahramanına yardım ederdi. Tek başına kaleye girer, türlü kurnazlıklarla kale kapısını açar, kahramanı içeriye alırdı. 

Dev, cin, peri masalları anlatırken korkardım biraz. “Besmele çek! Sana zarar veremezler o zaman” derdi. Söylerken dilim dolaşırdı, kelimeleri yanlış söylerdim, kahkahalarla gülerdi. 

Rüyalarım, hayallerim rüzgâr kanatlı atların nal sesleriyle, masal kahramanlarının kılıç şakırtılarıyla, kale mazgallarında beni bekleyen kırk örme saçlı kızların güzel yüzleriyle, derin vadilerde yankılanan türkü sesleriyle dolardı.

Bir ihtiyar dev anasının sütünü emerdim. Beni evladı kabul eder, tılsımlar belletirdi. Tılsımları söyleyerek derin sulardan geçerdim. 

Kirmanî kılıcım belimde, divan sazım elimde uzak diyarlara giderdim. 

Bazen bir anka kuşunun sırtına biner, yüce dağlardan aşardım. Gönlüm sevdalı... Elimde saz... Dilimde türkü... 

Mazlumların, fakirlerin, zayıfların yardımcısıydım. Zalimlere meydanı dar ederdim. 

Bir an önce büyümek, cihana nam salmak, büyük işler başarmak isterdim. Ben de peri padişahının kızına âşık olmak için can atardım. Benim de yerinde duramayan rahşan atlarım olurdu.  

Daha sonra evimize radyo girdi, başköşeye yerleşti. Kutsal bir yadigâr gibiydi. Hayretle bakar, dinler, dokunmaya korkardım. 

Radyoda her cuma sabahı halk hikâyeleri olurdu. Birer radyo oyunu haline getirir, seslendirirlerdi. Hayallerimi kamçılayan oyunlardı bunlar. Bitmeyince bir hafta sonraya kalırdı, merakla beklerdim. 

Bu halk hikayeleri şafak sökerken başlardı. Beni uyandırsın diye anneme yalvarırdım. Halbuki ne çok severdim sabah uykusunu. Bazen unutur, bazen de uyandırmaya kıyamazdı. Uyanınca üzülürdüm. 

Televizyon ekranındaki oyunlar, çizgi filmler masalların, halk hikâyelerinin yerini tutar mı hiç! Hayallere yer bırakmaz ki. Senaristin, yönetmenin, görüntünün mahkûmusun. O ne yazarsa, ne yaparsa sen de onu anlar, onu görürsün. Kendine özgü hayallerinin olması ne mümkün! 

Edebiyatı, kitapları hep sevdim. Selim Dayı’nın yerini zamanla Balzac, Hugo, Dickens, Dostoyevski,  Tolstoy gibi yazarlar aldı. Yüzlerce roman, hikaye okudum. Fakat nerede o tat, o coşku! Ben hâlâ Selim Dayı’yı özlüyorum! 

...