Amerikan askerlerinin esiriydim artık. Kendi kendime “Keşke ölmüş olsaydım!” diye hayıflanıyordum. Hem ruhen hem de bedenen tükenmiş bir hâldeydim. Beni büyük bir meydana götürdüler. Bütün esirleri oraya topluyorlardı. Öbür esirlerin yanına yaklaştım. Yüzlerinde son üç günde şiddetlenen çetin çarpışmanın izlerini görmek mümkündü.
Etrafıma bakındım tanıdık birini görebilir miyim diye. Başı sarılı bir subay adayına yaklaştım. Kampa getirilirken yarası yeniden kanamış, sargıyı kıpkırmızı etmişti. Yüzü solgundu.
“Sağ kanattaydın sanırım” dedim.
“Evet.”
“Kaybınız çok mu?”
“Doksan yedi kişi öldü. Biri aklını oynattı. On sekiz yaralı var. Kurtulacaklarını sanmıyorum. Kurtulsalar bile bir ömür sakat kalacaklar.”
Birazdan Silvester geldi yanıma. “Hepimiz bu kadar mıyız?” dedi.
“Evet, seninle birlikte altı kişi olduk.”
“Sanırım herkes yaralı.”
“Bende bir şey yok” diye cevap verdi sınıf arkadaşımız Otto. Yüzündeki ufak tefek çizikleri yaradan saymıyordu.
İçimizde dehşetli bir öfke ateşi yanıyordu. Belli bir hedefi yoktu bu öfkenin. Sövüp sayarak kendimizi teskin etmeye çalışıyorduk. Silvester nispeten daha sakindi.
“Kendinizi kışkırtıp da acınızı artırmayın” dedi.
“Ne yapalım öyleyse, susup oturalım mı yani?” dedim.
“Mervin, mantıklı ol biraz. Elimizden hiçbir şey gelmez şu anda.”
“Ölelim daha iyi!” dedi Otto.
“Hayır Otto, ne yapıp edip yaşamalıyız. Şu anda en büyük işimiz hayatta kalmak olmalı. Bazı anlar vardır, yaşamak ölmekten daha büyük cesaret ister. İşte o zamanlardan birini yaşıyoruz. Sakın bir aptallık yapmayın!”
Hepimiz sustuk. Sonuç ayan beyan görünüyordu artık, ordumuz savaşı kaybediyordu. Fakat yine de belli belirsiz bir umut vardı içimde. Nedensiz bekliyordum. Tek yanlı düşünmeye alıştırılmıştım çünkü. "Soylu ırkımızın sonu bu olamaz" diyordum. Bir mucize olacak, sonunda biz kazanacaktık. Peki, nasıl olacaktı bu? İşte bunu bilemiyordum.
Esirler arasında ihtiyat taburundan askerler de vardı. Babamız yaşında insanlardı bunlar. Amerikan askerleri karşısında iyi direnemedikleri için onlara kızıyor, her fırsatta hakaret ediyorduk. Korkak, pısırık, sünepe diyor, sözün kısası, dilimize geleni söylüyorduk.
Bir gün yine hakaret ediyorduk. İçlerinden biri gruptan ayrıldı, yanımıza geldi. Hepimize birden hitap ederek “Sizi rahatlatacaksa bize hakaret etmeyi sürdürün, ziyanı yok. Fakat haksızlık ediyorsunuz” dedi.
“Niyeymiş o?” diye sordu Otto.
“Bizler yaşlı insanlarız. Sizin gibi uzun süre talim de görmedik. Yurdumuzu en az sizin kadar biz de seviyoruz. Tanrı şahit, elimizden geleni yaptık. Fakat düşman askerleri gerek sayıca, gerekse donanım bakımından bizden çok üstündüler. Kahramanca çarpışsak bile yenilgi kaçınılmaz olacaktı. Sakin bir kafayla düşünürseniz bizi anlayacak, eziyetten vazgeçeceksiniz. Esaret günleri bizi zaten yeteri kadar üzüyor, bir de siz üzmeyin lütfen.”
Bu adamın konuşma tarzı babamı andırıyordu. Kalbim yumuşadı. İhtiyarlara acıdım, içim burkuldu. Subay adayı arkadaşlara “Yenilgiyi hazmedemiyoruz. Sinirliyiz. Duygusal davranıyor, hıncımızı bu biçarelerden alıyoruz. Bundan sonra hakaret etmeyelim” dedim. Fikrim kabul gördü. Bir daha asla hakaret etmedik. Mesele kapandı. Fakat onlara yaptıklarımızı hiçbir zaman unutamadım ve her hatırlayışımda utandım.
Not: Bu kitabımız İngilizce, Almanca, Arapça ve Özbekçe dillerine çevrilip yayınlandı.