Herkes tarlasına buğday, nohut, fasulye, pancar ekerken benim maceraperest babam pamuk ekmek istiyordu.
Bu nevi meselelerde babam ne kadar yenilikçiyse annem de o kadar gelenekçiydi.
“Ben beni bildim bileli kimse pamuk ekmedi. Bu memlekette pamuk yetişmez. Yetişse elbet biri ekerdi” diyerek itiraz etti.
“Her şeyin bir ilki vardır” dedi babam.
“İlki niye sen olasın be adam!”
“Karışma benim işime! Senin aklın ermez!”
“Niye karışmayacakmışım? Karınım ben senin, karın! Yanlış karar verip de zarar etmene göz mü yumayım yani?”
“Niye zarar edecekmişim? Pamuk iyi para ediyor. Feraha ereriz. Bekle de gör.”
“Daha önce de yerfıstığı için aynı şeyi söyledin. Ne oldu neticesi? Hiç! Bir sürü zarar ettik.”
Tartışma bir hayli uzadı. Babam dinlemedi annemi. En verimli, en büyük tarlamıza pamuk ekti. Heyecanla bekledik neticeyi.
Geleneği temsil eden annem haklı çıktı. Bitkiler yeşerdi yeşermesine ama pamuk vermedi.
Babamın iflasını hızlandıran bir fiyasko ile sona erdi bu öncü girişim. Mülkümüz ipotek altına girdi, alacaklılar kapımızı aşındırmaya başladılar.
Tam da o günlerde bir hastalık arız oldu babama. Definecilik! Toprağın üstünden ümidini kesince altını kurcalamaya başladı babam.
Kadim dostu, yakın komşumuz, annemin uzaktan akrabası Macit Dayı da aynı derde giriftar idi. Babamla birlikte büyümüş, beraber askere gitmiş, iyi günde, kötü günde hiç ayrılmamışlardı.
Beldenin en iri erkeği olan Macit Dayı, cesameti kadar da saf bir adamdı. Küçük bir tarlası vardı, onu eker biçer, boş kalan zamanında da başkalarının işinde çalışırdı. Kazma kürek işlerinin aranan adamıydı.
Bir akşam heyecanla evimize geldi. Define hususunda yeni bir rivayet işitmişti. Babama bir an evvel anlatmak istiyordu.
Define muhabbetini severdim. İçinde esrarengiz hikâyeler olurdu çünkü. Bu hikâyeler hayal atımı kamçılıyor, beni fena hâlde heyecanlandırıyordu. Bulunacak altın, elmas, tarihi eşya gibi şeylerden daha kıymetliydi benim nazarımda.
“Bir ecnebi gelmiş Kale köyüne. Minibüsten iner inmez Kızlar Kalesi’ni sormuş. Tarif etmişler. Cebinden bir harita çıkarmış. Bir haritaya, bir etrafa bakarak bir müddet düşünmüş. Tamam, demiş. Harita da zaten burasını gösteriyor, demiş. Süleyman anlattı. Halamın damadı Süleyman.”
“Sonra?” diye sordu babam.
“Sonrası, bana bir adam lazım, demiş ecnebi. Ne yapacaksın? demiş Süleyman. Kızlar Kalesi’ne götürecek beni, demiş. Tamam, demiş Süleyman. Lakin yürüyerek çok sürer, katır da lazım, demiş. Bunun üzerine Köse Mevlit derler bir adamı bulmuşlar. Katırları varmış bu adamın.”
“Boş ver katırları. Esasa geç” dedi babam sabırsızlıkla.
“Tamam... İşte bu Köse Mevlit ile ecnebi binmişler katırlara, Kızlar Kalesi’ne gitmişler. Yüksek bir tepeye başka nasıl çıkılır ki zaten. Kaleye varınca, sen git, benim işim uzun sürer, demiş adam. Katırlardan birini bana bırak, işim bitince biner gelirim, demiş. Beni akşamüzeri köyün girişinde bekle, katırını teslim al, demiş.”
“Yahu Macit, bırak şu katırları, esasa gel” diye bir kez daha ikaz etti babam.
“Tamam, geliyorum... Ecnebi, akşama yakın gelmiş. Elinde bir de torba varmış. Bu nedir? diye sormuş Mevlit. Ufak taşlar, demiş adam. Hatıra için, demiş... Köse Mevlit işkillenmiş. Bir taş için insan bunca yolu gelir de bu kadar zahmete katlanır mı? Katlanmaz elbette.”
“Eskiden Rumlar, Ermeniler falan yaşarmış buralarda” diye bilgi verdi babam. “Sonra bırakıp gitmişler. Giderken bazı kıymetli şeylerini ya toprağa gömmüşler veya bir yerlere saklamışlar. Hatırlamak için de haritalarını çizmişler. Fırsatını bulur bulmaz gelip çıkartıyorlar. Kendileri gelemezse çocuklarına veriyorlar haritalarını.”
“Bu Kızlar Kalesi boş değil” dedi Macit Dayı.
“Bize harita lazım” dedi babam.
“Bir âlet varmış. Nerede maden var gösteriyormuş. Keşke ondan olsaydı elimizde!”
“Veya bir cinci...”
Konuşma bu minval üzere sürdü gitti bir süre.
Bu sohbetten takriben on gün sonra yanında yabancı bir adamla geldi, babam. Beni Macit Dayı’ya gönderdi çağırmam için.
“Babam bir cinci getirdi, hemen gelecekmişsin” de diye tembih etti.
Koşarak gittim. Yemek yiyordu Macit Dayı. Haberi verdim. Yemeğini yarıda bırakıp geldi benimle.
Cinci ilginç bir adamdı. Başkalarının bilemeyeceği bazı sırları bilen bir adamın gururuyla başköşede oturuyordu.
Ben yüzü sakallı, başı sarıklı bir adam bekliyordum, öyle olmadı. Kasketli, tıraşlı, takım elbiseli bir adam çıktı karşıma. Elbisesi biraz eskimiş, biraz da solmuştu.
Define muhabbeti başlamıştı yine. Bu mevzuda bir hayli malumatı vardı cincinin.
Her sözünü yavaşça söylüyor, cümle aralarında bir miktar susuyor, gözlerini kapıyor, konuşması bitmiş gibi bir izlenim bırakıyor, sonra tekrar konuşuyordu.
Bu yüzden, sıranın kendisine geldiğini sanarak konuşmaya başlayan Macit Dayı’nın cümleleri hep yarım kalıyordu. Gülmemek için zor tutuyordum kendimi.
Sofraya oturmuştuk. Bulgur pilavı ve kuru fasulye pişirmişti annem. Cinci iştahla yedi önündekileri. Üstüne bir de sigara yaktı. Babamın bir sorusu üzerine kısaca tanıttı kendini.
“Hataylıyım ben. Esrarengiz ilimlere vâkıfım. Uzun seyahatler yaptım. Bağdat, Şam, Tebriz, Isfahan... Derin âlimlerden feyiz aldım. Hüddamlarım vardır. Bazı hastalıkları tedavi etmek için kullanırım onları. Emrederim, gizli definelerin yerini söylerler.”
Benim aklımdan geçen bir soruyu saf Macit Dayı sordu. “Hocam, madem definelerin yerlerini söylüyorlar, niye gidip almıyorsun?”
Bu da sorulur mu dercesine baktı, cinci. “Bize yasaktır. Hocalarıma verilmiş sözüm vardır. Başkaları ilmimden faydalanabilirler amma ben kendim için kullanamam. Gizli ilimlerin şartı budur. Yoksa öğretmezler. Sözümde durmazsam çarpılırım.”
Büyük bir sırra vâkıf olmuş gibi rahatladı Macit Dayı. Lafı Kızlar Kalesi’ne getirdi.
“Hocam, bizim memlekette bir Kızlar Kalesi var. Çok eski. Burayı kızlar idare ederlermiş de ondan Kızlar Kalesi diyorlar. Battal Gazi tarafından ele geçirilmiş. Kaleyi alınca prensesi de kendine almış mübarek adam.”
“Bu isimde bir kale harabesi Hatay taraflarında da var. Ben görmedim amma bir tane de Erzincan dolaylarında var imiş. Bilenlerden duydum” dedi cinci.
“Demek öyle. Ben bizimkinden başka yok sanıyordum. Ötekileri bilmem amma bizimkinde define var hocam. Elinde harita olanlar gelip buluyorlar. Bizim elimizde harita yok, bulamıyoruz” dedi Macit Dayı.
“Harita mı? Ne gerek var ki? Hüddamlarım gösterirler bana."
"Hüddamlar derken?"
“Bana hizmet eden cinler yani. İşte onlarla irtibat kuracağım. Lakin bunun için vaktiyle cünun illetine müptela olmuş biri gerek. İrtibat kurmak için. Bir aracı yani.”
“Cünun illeti de nedir?”
“Yani cin tesirinde kalmış, delilik geçirmiş biri.”
Bu açıklama üzerine babam ve Macit Dayı bana baktılar. Küçükken bu ‘illete’ benim de ‘müptela’ olduğum söylenirdi. Bu yüzden on iki yaşıma kadar boynumda bir muskayla dolaşmıştım.
Deli olmamıştım aslında. Emsalim olan çocuklara oranla daha hareketliydim. Şu ‘hiperaktif’ denilen çocuklardandım yani. Bunu o zamanlar bilmiyordum tabi.
“Çocuk olsa olur mu?” diye sordu babam.
“Olur elbette. Hatta daha iyi olur.”
“Tamam öyleyse” dedi beni göstererek.
Gökte ararken yerde bulmanın sevinciyle üç çift göz üzerime dikildi. Hadisenin merkezine beni yerleştirmişti, cinci. Babam ve Macit Dayı da kabullenmişlerdi.
...