"Bilmem hatırlar mısınız, size telefon etmiş, bir defter göndermek istediğimi söyleyip adresinizi almıştım. Mektubumu okuduğunuza göre defter elinize geçmiş olmalı.
Ben hemşireyim. Bir ara ruh ve sinir hastalıklarına bakan bir hastanede çalışmıştım. Bu tür hastanelere eskiden 'tımarhane' derlerdi, bilirsiniz.
Tayinim oraya çıkınca tedirgin olmuştum. Fakat insan zamanla alışıyor. Benim de ortama alışmam uzun sürmedi.
Görev yaptığım birimde tedavisi güç, belki de imkânsız hastalar vardı. Günlük dili kullanacak olursak 'deliler'. Fakat biz onlara 'deli' demiyor, 'hasta' diyorduk.
Size gönderdiğim defterin sahibini işte orada tanıdım. İlginç bir öyküsü vardır bu genç adamın, kısaca anlatayım.
İki yıldır hastamızmış. Ben hemşire, o hasta olarak aynı katta yaklaşık üç ay geçirdik. Dışarıdan bakarak onun deli olduğunu anlamak neredeyse imkânsızdı.
Doktorlar üç kez taburcu etmişler ama o her defasında tekrar getirilmiş. Getirenler kimlerdi, bilmiyorum. Bırakıp gitmişler. Ziyaretine gelen olmazdı. Belki de kendisi istemiyordu gelmelerini.
Yirmi dört yaşındaydı. Karizması olan biriydi. Bazen özene bezene tıraş olur, güzel giyinir, bazen de kendini iyice salardı. İlle de bir ad vereceksek 'şizofrendi' diyebiliriz.
'İlle de' diyorum çünkü her deli kendine özgüdür, fakat hastalık kategorileri sınırlıdır. Tıpatıp birbirinin aynı olan iki hastaya rastlayamazsınız.
Bu genç büsbütün farklı biriydi. Hep susar, hep düşünür, hep okurdu. Ben de çok okurum. Herkese mesafeli davranırken beni kendine yakın hissetmesinin sebebi buydu sanırım.
Bir gün benden kitap istedi. Doktora sorduktan sonra bazı kitaplarımı ona götürmeye başladım. Hiç yıpratmadan okuyor, bitirince bana getiriyordu.
Geçmişi hakkında bilgim yoktu. Nadiren konuşurdu benimle. Kendisi hakkındaki sorularımı nazikçe geçiştirir, bilgi vermezdi. Zamanla güvenini kazandım.
Bazı geceler nöbete kalırdım. Odasının önünden geçerken, gece lambasının ışığında kitap okurken veya defterine bir şeyler yazarken görürdüm onu.
Uyumak istemiyor, uykunun ömrü boşa harcamak olduğunu söylüyordu. Yemeğine uyku ilacı katıyorduk sezdirmeden.
Defterine büyük önem veriyor, nereye gitse onu da yanında götürüyor, gece de yastığının altına koyuyordu. Tatsız bir olay üzerine defterini bana emanet etmeye başladı.
Bir gece kendisi uyurken bazı hastalar, her nasılsa, bu defteri ele geçirmişler. Bazı sayfalarını karalamış, bazılarını yırtmışlar.
Defterin başına gelenleri görünce çok sinirlendi. Onu hiç bu kadar kızgın görmemiştim. Sürekli bağırıp çağırıyordu. Doktorlar olaya müdahale ettiler. Yatıştırıcı iğne yaptık, sızıp kaldı.
Uyanır uyanmaz yanıma geldi. “Bana deli diyorlar, biliyorsun” diye başladı söze. “Deli miyim, bilmiyorum. Belki öyleyim. Beni buraya getirdiler. Umursamadım. Nerede yaşadığımın önemi yok.
Tamam, diyelim deliyim. Deliler de insan. Saygı lazım. Onların da özel alanları var. En azından benim öyle. Sırlarım… Sırları… İnsan biraz da sırlarıdır.
Doktorlar sürekli soruyor, durmadan zorluyorlar. İçimden geçenleri söylemiyorum. Sıkılıyor, başka şeyler anlatıyorum. Yoruyorlar beni. Yorgunum.
İnsanı makine sanıyorlar. Bozuldu, hadi tamir edelim. İnsanım ben, insan! Hayallerim, duygularım var. Hem, anılara da saygı gösterilmeli. Saygı, evet.
Bu defterde insan var. İnsanlar var. İnsan katmanlardan oluşur. Hep kendinle yaşarsın ama kendini hiçbir zaman tamamen tanıyamazsın. Bir tek benin içinde nice benler vardır.
Bir de hatıralar... Hayat parçaları... Ömür bulutundan süzülmüş damlalar… Kaynaktan haber veren sızıntılar… Bilinmez bir yerlerden geliyor… Yazılmış ya da yazdırılmış.
İnsan kendine kızar, kendini sever. Kendine bir şeyler verir, kendinden bir şeyler alır. Kendisiyle konuşur. Ben kimim, kendim dediğim kim? Bilinmezlerle doluyum.
İçimde yüzler var. Kimini tanırım, kimini tanımam. Bu defter benden veya ondan hediye... Bir yadigar… Başkası için ne anlam ifade eder bilmem. Benim her şeyim."
Onun bu kadar uzun konuşmasına şaşıp kalmıştım. Benimle senli benli konuşması da ilginçti. Dikkatle gözlerime bakıyordu söz söylerken.
Ben de onunkine bakabildim. Koyu kahverengiydi bu gözler. Derin kuyuları andırıyordu. Hüzün, kuşku, pişmanlık, sorgu vardı içlerinde, bana öyle geldi.
Bir süre susup sözlerinin bendeki tesirini ölçtükten sonra “Sana güveniyorum” dedi.
“Teşekkür ederim” diye karşılık verdim.
“Senden bir ricam var, yapar mısın?”
“Yapabileceksem, elbette.”
Bir kutsal emaneti teslim eder gibi elime verdi değerli defterini. “Sende kalsın. Ben arada bir alır, sonra tekrar sana veririm” dedi.
“Tamam” dedim.
“Bazen kendimde olamıyorum. İlaçların etkisi sanırım. Sen benim adıma göz kulak ol.”
“Peki.”
“Bir ricam daha var.”
“Nedir o?”
“Defterdeki yazıları asla okumayacaksın. Asla! Bu konuda bana söz vermelisin.”
İşte bu çok zordu. Defter elimin altında olacaktı ve ben tüm merakıma karşın okumayacaktım.
“Hiç mi?” dedim.
“Hiç! Fakat günü gelir de ölüm haberimi alırsan, işte o zaman okuyabilirsin.”
Okumamaya söz verdim. Bununla yetinmedi, bir de yemin etmemi istedi.
“Yemin niçin?” diye sordum.
“Düğüm üstüne düğüm” dedi.
Onun söylediklerini tekrarlayarak yemin ettim. Sonra doktorla da konuştu. Beni göstererek “Ben ölürsem özel eşyalarımı ona verin lütfen” dedi.
Tüm ısrarımıza rağmen pek az yemek yiyordu. Uykusu da azalmıştı. Zaten zayıf olan bünyesi son zamanlarda iyice zayıflamıştı.
Ondan korkuyordum önceleri fakat zamanla korkumu yersiz buldum. Belki kendine zarar verebilirdi ama bana, asla.
Defterini bırakmaya ya da almaya gelince kısa diyaloglar geçerdi aramızda. Gözleriyle dinliyor, az ve öz konuşuyordu. Dinleme tarzı insanda konuşma arzusu uyandırıyordu. Pek çok yönden harika bir adam izlenimi bırakmıştı bende. Tek kusuru 'deli' oluşuydu!
Bir insanın hem bu kadar zeki hem de deli olması kimi insanlara tuhaf gelebilir. Bunun sebebi, delilikle aptallık arasındaki farkı bilmemeleridir. Eminim siz gayet iyi bilenlerdensiniz.
Hep yalnızdı. Bazen kalın demirli pencerenin önünde durur, saatlerce dışarıyı seyrederdi.
Bir gün kendi kendine konuştuğunu fark ettim. Neler söylüyor acaba diye merak edip sezdirmeden yaklaştım. Birbiriyle ilintisiz kısa cümleler söylüyordu.
“Suna topu yitirdi. Babam hep gelir. Hadi alnına yaz. Durma, salla beni. Mor yıldız evde. Güz gülleri ağlar. Ay benimle yürüyor. Ufka gitti, bitti. İp hâlâ sallanıyor. Beni sevmez. Yaprak üzüldü. Bakma bana. Ben senim. Kuş konamadı…”
Yıllık iznimi kullanmak üzere hastaneden ayrılırken defterini kendisine teslim etmek istedim.
“Hayır, sende kalsın. Dönünce verirsin” dedi.
Bir gölge düşmüştü yüzüne. İyi görünmüyordu. Benzi sararmıştı.
“Tamam… Görüşürüz” dedim.
“Belki” dedi.
İzinden dönünce odasına gittim, yoktu. Yeni atanan hemşireye sordum. “Ha, şu kitap delisi mi? Öldü o. İki hafta falan oldu sanırım” dedi. Ben gittikten bir süre sonra ölmüştü demek. Ölüm haberini bana duyurmaya gerek görmemişlerdi. Bir 'deli'nin ölümü nedir ki…
Hiçbir şey söyleyemedim. Başka soru da sormadım. Üzüntümü belli etmeden günün sonunu getirdim. Mesaim bitince hiç oyalanmadan eve gittim. Bana emanet ettiği defteri açtım.
Ölümünden sonra okumama izin vermişti nasılsa. Büyük bir merakla okumaya başladım. Kimi yerde ağladım, kimi yerde gülümsedim. Sabaha karşı bitirdim.
Tarihsiz günlüklerdi bunlar. Yazıların belli bir planı yoktu. Türlü türlü konular art arda sıralanmıştı. İnsan, hayat, sevgi, ilişki, ölüm, felsefe, edebiyat, kısacası her şeyden biraz vardı defterde. Bence güzeldi bu yazılar, ilginçti.
Fakat heyhat! Ne o Gogol gibi ünlü bir yazardı ne de onun defteri hayali bir delinin hatıra defteriydi. Yazdıklarının gücü samimiyetinden geliyordu. Özgündü. Sınırları aşmış bir insanla karşı karşıya kalmıştım.
Kendini öbür insanlara başka türlü göstermek gibi bir kaygı taşımıyordu. Başkaları bir yana, kendi gözünden düşmeyi bile göze almıştı. Öyle şeyler yazmıştı ki okuduktan sonra delilik nerede başlar, nerede biter, akıllılık nedir, normal olmak ne demektir, bilemez olmuştum.
Bu gencin bendeki tesirini kelimelerle anlatamam. Onun hayali ikinci gölgem oldu. Bakışlarını hâlâ unutamıyorum. Bazı geceler gözlerini üzerimde hisseder, birden uyanırım.
Bu defter uzun süredir bende. Tekrar tekrar okudum. Her okuyuşta yeni bazı ayrıntılar, incelikler, güzellikler keşfettim. Sanki bir yazı okumuyordum da o karşıma oturmuş bana anlatıyordu.
Sonra bir kuşku düştü içime. Defterdeki yazılar birbirinden farklıydı. Önceleri kalem farkı sanmıştım. Yanılmış olabilir miydim acaba?
Bana defteri teslim ederken garip şeyler söylemişti. O zaman farkına varmamıştım. “Sırları… Sırlarım… İnsanlar…” gibi şeyler. Bu da ayrı bir gizem katıyordu meseleye.
Daha bir dikkatle inceledim. Kullanılan dil ve üslup da farklıydı sanki. Pek çok sayfada önceki yazının üzerinden başka bir kalemle bazen bir, bazen iki, bazen üç kere geçilmişti.
Yazılar, kimi sayfalarda güzelleşiyor, kiminde okunması zor bir biçim alıyordu. Bir konu enikonu yazılmış, sonra başka bir yerde yeniden ele alınmıştı. Kimi yerlerde yırtılmış yaprakların izlerine rastlanıyordu.
Her inceleyişimde başka ayrıntılar keşfediyordum. Kuşkularımın, sorularımın ardı arkası kesilmez olmuştu. Bölümler arasında görünmez irtibatlar var gibiydi. Yazılar bir bütünün parçalarıydılar da birleştirilmeyi mi bekliyorlardı?
Eskiden beri 'her insan zamanda iz bırakmalı' diye düşünürüm. Onun 'zamana mührü' de bana yadigâr kalan bu defterdi. Size göndermemin sebebi budur.”